7 Ocak 2018 Pazar

Arif V 216


(spoilerımsı pek bir şey yok)

Cem Yılmaz'ın yine kapalı gişe beklediği, Gora evreninde geçen(bunu sonunda bi Türk filmi için kullanabiliyorum) Arif V 216 filmini biraz önce izleyip geldim. Cem Yılmaz beni yine şaşırtmadı. Benim için gayet güzel ve keyifli bi filmdi. Filmi eleştirmen gibi tartışmayacağım, ancak bizim de edecek birkaç sözümüz var tabii.

Öncelikle Türk komedilerindeki "düz gerçeklik" algısını yıkıyor Cem Yılmaz. Efektler, müzikalimsi sahneler, metaforlar, sosyal mesajlar, Amerikan filmlerine giydirmeler..

Daha önce yazımı okumuş zat-ı muhteremler bilir, ben filmlerde genelde alt metin ya da metaforlar falan ararım. Acaba ne anlatmak istemişler falan beynimde döner durur. Kırmızı elmalar, sayılar, beyaz tavşanlar falan. Bu filmde de gördüm birkaçını. Çok da güzel yakıştırmış. Hatta ünlü yönetmenlerin metafor sokuşturmalarınla bile dalga geçmiş. Onun filmlerini izlerken "dışardan ne getirmiş" diye izliyorum. Her defasında da yeni şeyler buluyorum.

Bunun yanında geçmişi nasıl özlediğimizi, eski ve gerçek sanatçılarımızı, toplumsal değişimimizi işlemiş. Hatta bugünün Türkiye'si ile eskiyi kıyaslarken insanımızın tahammülsüzlüğünden bahsetmiş. Ben de tam o arada sinemada, toplulukta film izleme nezaketini gösteremeyen davarlara tahammülsüzlüğümle yanıyordum. Filmin eleştirdiği canlı örnektik, ben ve onlar da..

Tahammülsüzlüğün fazla, nezaketin değil, kabadayılığın ve asarımcı keserimciliğin prim yaptığı ülkede Recep daha çok sevilecektir. İnsanlar burada genelde anladığı kadarını seviyor. Filmi izlerken sadece küfürlü ya da cinsel esprilerin yapıldığı sahnelere gülünüp, ince espri ve mesajlarda sus pus kalındı. Bu adamlar %80 bu filmi sevmez. Ama bu Cem Yılmaz gerçeğini de değiştirmez.

90'lar kuşağı gibi bi 2-3 dakika yaşattı bize film. Ne kadar güzel ve neşeli günlerimiz, şarkılarımız olmuş. Çok sevmişiz, özlemişiz. Birkaç güzel zaman yolculuğu yaptık. 2017 hariç..

Umarım bu kez Cem Yılmaz kaliteli izleyici ile kalitesizi ayırabilmiştir. Bir daha ki filmin gişe rakamlarında göreceğiz..

28 Mart 2016 Pazartesi

Ücretsiz Dünya Turu Vaad Ediyorum!





Yanlış okumadınız. Hiçbir bedel ödemeden Tibet'te Potala Sarayı'nı görecek, Efes'te tiyatroda oturacak, Kudüs'te şöyle bir tur attıktan sonra Almanya'daki amcanızı ziyaret edecek  ve iyi bir farkında(!) olursanız belki İsviçre Cern'e bile gidebileceksiniz. Ama hevesiniz kursağınızda kalmasın, şu anda buradaysanız "ücretsiz" kelimesinin biraz payı vardır. Ben amacıma ulaştım.Siz buradasınız ve muhtemelen seyahat etme fikri de hoşunuza gitti.

 Ancak ne kadar seyahat ederseniz edin, ne kadar okursanız okuyun. Karmaşıklık bazen insanın  göremediği en basit nokta, bilmediği bir dize, hiç seyretmediği film, dinlemediği bir tını olabiliyor. Hatta birbirine zıt olan kavramların arasını biz kainatın iki diğer ucu olarak tanımlarken, aslında iki uç noktanın birbirine ne kadar muhtaç olduğuna şahit olabiliyorsunuz. Çok zor değil inanın. Kainatın renk kartelası ne kadar karmaşık, ne kadar çeşitli olsa da bu kaotik düzeni algılayabilmek için bulutlara çıkan merdiveni şu an için kullanmanıza gerek yok. Sadece kısa bir tur ve karmaşadan bahsetmek için biraz vaktinizi alacağım.

Bu yazının altın sözcüğü "zıtlık"tan bahsettiğime göre seyahatimize başlayabiliriz. Öncelikle yanınıza almanız gerekenler bir adet beyin ve merak duygunuz. Gerçekten yaşıyorum diyorsanız zaten bunlar vazgeçilmez olanlardır.

 2009'dan beri burada yazdığım denemelerin içeriğinden de anlaşılacağı gibi felsefi kavramlar, bilimsel buluşlar, görüşler ve toplum hakkında yazmaya ve onları genelde "hah belki kainatın varoluşu ile alakalı bir şey öğrenebilirim" motivasypnuyla yazıyorum. Her yazdığımı ele alıp inceleseniz, çoğunda benzerlik de, çelişki de bulursunuz. Günden güne benimle beraber fikirlerimin de değiştiğini görürsünüz. Her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin 1 saniye sonra aynı kalamadığı gibi. Evet, yolculuğa işte tam da bu noktadan başlıyoruz. İlk anahtar kelime "değişim"...

Heraklitos, Efesli filozof, her şeyin temelinde savaş olduğunu söyleyen adam. Aynı zaman da her şey akışır, değişir diyen o bilge. Onun sayesinde turumuza Efes, Selçuk'tan başlıyoruz.

"Aynı nehirde iki kez yıkanamazsın, bir daha girdiğinde ne sen sensin, ne de nehir aynı nehir" 

Yani her şey değişir, akışır.. Evren değişir, akar, dönüşür. Her şey gibi. Heraklitos da kainatın zıtlıklar üzerinde durduğunu hatta her şeyin ateşten meydana geldiğini ve ateşle son bulacağını söyler. Nasıl ki ateş hiçbir zaman sabit kalamaz ise, varlık da öyledir der.. Zıtlıklar kainatı oluşturan dengeyi ifade eder. Biri olmadan diğer olmaz..

Ama Heraklitos   yalnız değildir. Uzak Asya'ya buyrun.. Bir Budist rahibe sorsanız o da size kainatı böyle açıklayacaktır. "Dharmakaya her şeyin özüdür. Dharmakaya evrende her nesne ve olguda bulunur. Her şey Dharmakayadır. Nesneler aynı gerçekliğin farklı tezahürleridir. Ama bu, değişmez demek değildir. Her şey farklı gibi görünse de aslında aynı ve görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Hareket ve dönüşüm doğanın yapısında vardır. Gerçeklik, pek çok farklı şeyde tezahür etse de aslında tektir, birdir .

 Gelelim Taoizm'e. Yani Çin topraklarına ayak basalım. O Budizm'den sadece metodoloji olarak farklıdır ve sadece felsefedir. Onlar doğadaki değişimi Yin ve Yang arasındaki dinamik ilişki ile açıklar. Ona göre iki uç tek varlığın illüzyonlarıdır . Taoizm  zıtlık yok, sadece ilişki vardır der.. Taoizm, Dharmakaya gibi her varlığın özünde Tao vardır der . Tao  kendilerine göre açıklanamayandır .

                                                         
                                                                        Yin-Yang

Nedir bu Dharmakaya ve Tao diye düşünmeye sevk etmiştir belki bizi bunlar. Şu ana kadar 2 ayrı coğrafyadan 3 ayrı kavramdan aynı konu üzerine bir şeyler okudunuz. Elde var, ateş, su, toprak... Neyse o malum espriyi yapmayacağım. Elde var Ateş, Dharmakaya ve Tao...

Taoculara göre her şeyin özü olan Tao açıklanamazdır. Aynı Kabalacılar gibi. Kabala demişken, eğer bu satırları okumaya devam edecekseniz İsrail'e geldiniz demektir. Kabala, ya da Kabbala, ebedi olan Tanrı ve sonlu olan kainatın arasındaki her ilişkiyi açıklamaya yarayan Ezoterik Yahudi öğretileridir. Onlara göre de Tanrı açıklanamazdır ve aynı şekilde gerçek olan da açıklanamazdır. Aynen Uzakdoğu felsefelerinin ortak olarak  kabul ettiği gibi..

Belki de okurken diyorsunuz ki günümüzde bilim var, rasyonel düşünce var. Ve sonuçta her maddenin moleküler dizilimi farklı. Ve bir şeyler muhakkak açıklanıyor. Ne alaka ateşle suyla tahtayla?

O zaman sizi Avrupa'ya götürmek üzere biraz fiziğe maruz bırakacağım. Sonunda her şeyi umarım bağdaştırmış olacaksınız.

Belirsizlik ilkesi; bir mikroparçacığın davranışını asla kesin olarak bilemeyeceğimizi söyler. Hareket önceden belirli olsa bile..Yani, bir parçacığın momentumu ve konumu asla kesin olarak ölçülemez. Bir başka anlatımla sonuç daima gözlemcisine göre değişir. Mesela bir elektronun asla konumu saptayamazsınız. Yanlışım varsa buyrun düzeltin. Açıkçası karmaşa doğanın özündedir. Bir başka örnek için bakınız Schrödinger'in kedisi...

Ben nereye baksam farklı bir rengi, ancak aynı özü görüyorum. 

Ateş, Dharmakaya,  Tao,  zıtlık, karmaşa ve belirsizlik.. Bunları şu an sırt çantamıza koyalım ve üzerine fermuarı çekelim. Yolculuğa devam ediyoruz. Ancak yola çıkmadan önce iki şey daha var. Biri eksiklik teoremi. Diğeri de kaos teoremi. Eksiklik teoremi matematiksel herhangi bir sistemin asla tutarlılığı olamayacağını söyler. Kaos teoremi ise gerçekliğin çok karmaşık ve asla bilinemeyecek olduğundan bahseder. Yani evrende her şeyi öğrenmenin bir yolu yok ve mutlaka bir şeyler saklı kalacaktır.

 Taoizm, Budizm ve Kabala ne demişti?

Sırt çantamızda da Almanya'da yetecek bir şeyler olduğuna göre yola çıkalım. Almanya'daki amcayı görmeden olmaz. Einstein yine dil çıkarıyor..

İzafiyet teorisine göre, enerji ve kütle farklı durumlardaki aynı şeydir. Yani aynı şeyin farklı tezahürleri..." Zaman ve mekan ilişkilidir. Yani biri, diğerini etkiliyor. Nasıl ki izafiyet teoremi zaman ve mekan ilişkisinden bahsediyorsa kuantum mekaniği de madde, aynı anda hem dalga hem de parçacıktır diyor. Peki bunlar Taoizm'deki Yin ve Yang gibi değil mi? İki ayrı uç aynı gerçekliğin farklı tezahürleri...

Peki sıcağın olmadığı yere ne diyorsunuz? Işığın olmadığı yere? Sonuçta en basit kavramları da açıklarken birinin yokluğundan bahsediyorsunuz. Aynen yukarıda bahsedilen kavram ve teoriler gibi.

Peki gerçekten her şey birbirine bu kadar uzakken nasıl bağlı oluyor? O da şöyle oluyor...

Buyrun Almanya'dan Fransa'ya..

Nasıl ki insanların,toplumların, inançarın arası bu kadar uzakken nasıl oluyorda aynı öze farklı isimler verebiliyor. Neden kahramanlar değişse de hikaye hep aynı?  

Aspect Deneyi!

Einstein ve arkadaşları yukarıda anlattığım belirsizlik kanununa bağlı olarak bir parçacığın nerede olduğu ancak gözlemciye göre değiştiği fikrine inanıyordu. EPR Paradoksu'nu öne sürdüler. Önceden bileşik olup sonradan ayırdığınız iki sistemi farklı iki kutuya koyun ve 1 km kadar uzaklaştırın. Kutuları sonra açın ve iç durumları aynıysa bu onların birbiriyle iletişime geçtiği anlamını taşır. Ancak Einstein, Podolsky ve Rosen ışık hızı asla geçilemeyeceğinden bunun olamayacağını söylüyordu. Yanıldılar.

1964 Cenevre'de, John Bell bu deney için bir taslak hazırlasa da bu deneyi gerçekleştiren 1984 Paris'te Alain Aspect'tir. Aspect belirli şartlar altında atomaltı parçacıklarının bir diğeriyle otomatik olarak haberleştiğini gördü.

Ama tabii ki bu Einstein'ın izafiyetinin yanlış olduğunu söylemez. Çünkü aslında iki parçacık birbiri arasında yolculuk yapmıyor. Onlar birbirlerine bağlı hareket ediyor. Çünkü onlar aslında farklı iki parçacık değil, aynı parçacık.  Hani şu Budizm'de bahsedilen gibi.. Her şey görünmez iplerle birbirine bağlıdır ve her şeyin özü birdir...

"Her varlık zıttı ile kaimdir ."

Peki tüm bunlar bizim topraklarımıza yabancı mı? Hayır. Vahdet-i Vücud nedir bilirsiniz belki. Bizim sufilerin yaratılan ve Yaratanın tek kaynaktan geldiğini savunan görüştür. Yani Vahdet-i Vücud her şey Allah'ın yansıması ve sureti olduğunu savunur ve birdir der. Anadolu'ya geri döndünüz.Temsilcileri İbn Arabi, Şeyh Sadreddin Konevi'dir. Şu an Konya'dasınız. Daha fazla ayrıntı için Rumi ve Şems Tebrizi'yi ziyaret edebilirsiniz.

Tüm bunlar ; dünya, yaşayan yaşamayan her varlık, biz, milyarlarca ve milyarlarca sayıda galaksisi bulunan ve sürekli genişleyen tüm evrende bir parçacıktan başkası değiliz. 

Ancak yukarıda anlattığım her kavram, kuram ve teorem aynı biz ve o bahsettiğim parçacıklar gibi aynı kaynağın tezahürüdür. Matematiğe de baksanız, sırtınızı Potala'ya da dayasanız, Semazenlerin dönüşüne, spermlerin akışına, ateş böceklerinin ve Şiva'nın dansına baksanız göreceğiniz evrenin yolculuğui dansı, ritmi veya renk kartelasıdır. Özü mutlak 1'dir. Hangi pencereden bakarsanız bakın. Eve hoş geldiniz. Aslında hiç gitmediniz ki.




9 Mart 2015 Pazartesi

Her Şey Fazla İnsan Olmaktan




Kimine göre evrimsel bir tür, kimine göre eşref-i mahlukat, kimine göre evrenin merkezindeki canlı. Nice olumlu anlamlar taşır "insan" kelimesi. Bu türü yücelten birçok lafımız vardır mesela.. "İnsan ol" derler hani. "İnsanlık ölmemiş" diye manşet de atarlar kendi türünden başka birine yardımı dokunanlar için. İnsan olunca çözülür çünkü her şey. En erdemli ya da en şerefli derler bu canlıya din alimleri veya filozoflar.

Gün geçmiyor ki insanlık tarihi ile ilgili bi primatın  fosil çene kemikleri ya da başka türlerin varoluşunun bizim varoluşumuzla ilgili buluntuları ortaya çıkmasın. Sürekli yeni bulgularla "milyarlarca ve milyarlarca" yıllık evrende yalnız olduğumuz fikri koşar adımlarla uzaklaşıyor akıldan. O bizden koşa koşa uzaklaşadursun, insanlığın dünyadaki geleceği ile ilgili hikayeleri artık dinsel efsanelerden değil, bilimsel makalelerden okunuyor. Rakamlar konuşuyor, ekranlar bağırıyor. S. Hawking çıkıp dünyayı kastederek "buranın işi bitti" diyebiliyor. Bunların hepsi direkt olarak yine insanı vuruyor. İnsanlık ne yapıyor? O Mars benim, bu Titan senin. Acaba neden ? İnsanlık derken "Bu Tarz Benim" diyen de ayrı bi  kategori tabii. 

Daha bu türün kaç bin yıldır bu gezegende var olduğunu kestiremeseler de bin(belki milyon belki milyar) yıllar geçtikçe türümüzün bize sonradan eklenen  alametifarikası maalesef "akıl". Evet maalesef.

"Harbi nerden başladıysa bu işin başlangıcı nasıl son bulursa bulsun ya da zaten ben öldükten sonra ne olursa olsun" temelli o bencil düşünceyle "eşref-i mahlukatız biz" fikri tamamen aynı. Evrende yalnız olunamayacağını yine rakamlar anlatabiliyorken, adam gözünün önünde olan ama  bizim gibi akla sahip olmayan  milyarlarca ve milyarlarca türün bizden daha önce yok olmasını dert etmiyor. Ne de olsa piramitin tepesinde insanoğlu var dimi?  O tüketici insanoğlu. Evet o tür. Besin zincirinde olmayışının hiçbir canlıyı etkilemeyeceği, şu an dünyadan bu türü çekip alsalar hiçbir canlı varlığın zarar görmeyeceği yaratık. Olmazsa olmaz olanları kesip, biçip, giyen, yöneten o tür. İşte tür o tür ama eşref-i mahlukat be kardeşim! Ne şerefli ama!

 İnsanın  doğasını yönetmeye başladığı tarih tam olarak bilinmiyor. Yani aklın teknolojiden önce kullanılmaya başlandığı o belirli tarih net değil. O net olmayan tarih bu türün ve o türden dolaylı veya doğrudan etkilenen birçok türün ölmeye başladığı tarih bana göre. Dünya canlı türleri,  akıl denen piyango insan denecek hayvana vurduğunda affedersiniz ki sıçmış. Çünkü o eski maymunlar akıl geldikten sonra kendini hayvandan saymamış, kral benim demeye başlamış. Önce kendi doğasına savaş açmış, kendinden çıkmış. Düzen kurmaya kalkmış, sahip olmuş, toplamış, üretmiş, tüketmiş, yetmemiş. Hep bana demiş, bugünlere gelmiş. Aklı ona anlayamadığı şeyler için otoriteye itaat et demiş, etmişler. Bir de akılları yetmedikleri ve yetmeyecekleri şeyler için de zarar vermişler. Ona, buna, kuşa, ağaca..

Hani derler ya piyangodan çıkan para yaramaz diye. Ben de onu insana uyarlıyorum aslında. O akıl denen piyango bize yaramamış kardeşim. Biz, her şeye bizle beraber zarar vermişiz. Ama ucu bize dokunmaya başlayınca "hadi kaçalım buradan" dercesine tutuşanlar oluyor. Bakıyorum bu aralar o gezegende yaşam belirtisi arıyo, yok efendim antik güneş sistemi buluyor, yok efendim Mars'a gitmiş koloni kurmaya kalkıyor. Gözlemlenebilir evrende bile (ki tamamının sürekli genişlediği varsayılır) burnumuzun ucunu dahi göremiyoruz. Hadi kaçalım desen taş atımı uzaklıkta Mars var. Orada da su yok. Bu korku filmi yeni başlamamış aslında.. Biz yine hareketi geç algılıyoruz. O akıl denen silahın verdiği güç sarhoş etmiş binlerce yıl bizi. Hep bencil yaşamış insan. Kullanmış, kenara atmış. Ama kainatın formülü o rakamlar surata çarpınca ayılmak geç olacak.



1880'den günümüze Küresel Sıcaklık Artışı



Düşünün ki dünyanın kendi doğası bilinen 4 yok olma tehlikesi atlattıktan sonra bile atmosfere saldığı CO2 miktarını, insanoğlu Sanayi Devrimi'nden bu yana atmosfere yükledi. Azalan türlerden, kaybolan yağmur ormanlarından hiç bahsetmiyorum bile. Teşekkürler insanoğlu. Her nerede yaşayacak ya da yaşatılacaksan!






8 Temmuz 2014 Salı

Hepiniz Yıldızların Çocuğusunuz




James Dean, Elton John, Michael Jackson, Elvis Presley.. Gelmiş geçmiş en büyük yıldızlar. Say say bitmez. Ne galaksi dayanır, ne de biz. Anaksagoras'a göre de öyleydi. Bizim yıldızların çocukları olduğumuzu söylemişti. Tabi zamanın tragedya oyuncularından söz etmiyordu. Tabii ben de Justin Bieber veya diğerlerinden söz etmiyorum. Bildiğimiz, kaderi veya insan davranışlarını belirlediklerine inanılan sonsuz sayıdaki gök cisimlerinden söz ediyorum. Hani o gökyüzünde durdukça ruhunuzu incelten, adına şiirler yazılan ne yaşının belli, ne de ölümünün belli olduğu yıldızlar..



 Evren deyince akla gelen birkaç şeyden biridir ki yıldız; gök cisimlerinin tümüne verilen isimdir. Gezegenlerin oluşumunda yıldızların hayatları önemlidir. Gerçek yıldızların hayatlarını bizim ülkedekiler kadar merak etmiyorsunuzdur o ayrı. Biraz laf sokuşturduktan sonra konuma gireyim. Yıldızların doğum ve ölümleri geçirdikleri kazalar(çarpışmalar) sonucunda birtakım fiziki tepkimeler oluşur. Yıldız tozları ve parçaları uzaysal boşluğa dağılır. Bu dağılan parçalara ve tozlar gezegenleri oluşturur ve de bazı canlıları.. Eğer varsa ki bana kalırsa bizim güneşin 300 katı kadar olan( ki ondan daha büyükleri de mevcut)evrende yalnız olmamız mümkün değil, başka gezegenlerdeki canlı oluşumlarının da kaynağıdır.


Bunu sadece ben söylemiyorum oğlum Stephen Hawking de söylüyor.



Çünkü yıldız çekirdeklerindeki nükleer reaksiyonlardan oluşan elementler evrene dağıldı. Bazıları birbirini yuttu ve yeni yıldız doğumu ortaya çıktı ya da ölümü. Dünya'nın ilk patlamalardaki yıldızlardan oluşmadığı söyleniyor. Çünkü o yıldızlarda ağır elementler yokmuş. Çarpışmalar ve patlamalar sonucunda "kelebek etkisi" yaratılarak nasıl ki enerji açığa çıkıyorsa gezegenlerdeki canlı oluşumları ve bu türlerin değişimi ve gelişimi bulunduğu şartlara göre farklılık göstermiştir. Carl Sagan'ın da dediği gibi "hepimiz yıldız tozundan mürekkebiz". Bu konuyu bu yazıdan sonra detaylı bi şekilde araştırmak istiyorsanız eğer burada okuduğunuz isimleri anahtar sözcükler olarak kullanabilirsiniz. Mesela araştırmanızda karşınıza çıkacak bir isim de Alex Filippenko'dur. Hatta kendisinin Pelin Batu ile olan röportajında bu konuyla ilgili bir söylemine şahit olmanız mümkün. Uzun lafın kısası, 21. YY'a ait bu bulgular İsa'dan önce 500-428 yılları arasında yaşamış Anaksagoras tarafından zaten söylenmişti. Anaksagoras'ın bu söylemine bir meteoridi inceleyerek ulaştığından söz edilir. Ona göre "her şeyde her şeyden biraz vardır". Bu demek oluyor ki siz ölünce de bozulan etlerinizdeki bazı atomlar toprağa havaya suya karışabilir. Çünkü atom birbirine lego gibi eklenebilen bir yapıdadır. Bu anlatılanların tümü bizi de evrenin bir parçası yapar. Şimdi diyeceksiniz ki yıldızlardan buraya nasıl geldik. Ha yıldız ölmüş, ha insan. Hikaye aynı, ondan dağılanlar bir başkasına ekleniyor.

 Bu konuda "Modern döneme ait iki örnek olarak Anaksagoras'ın ne kastettiği anlamaya yardımcı olabilir. Günümüzde lazer tekniği sayesinde "hologramlar" oluşmaktadır. Bir otomobil hologramı parçalansa da, hala otomobil resmini bütün halde görebiliriz. Hatta elimizde daha önce tamponu gösteren parça olsa bile! Çünkü küçük resim en küçücük parçada bile yer almaktadır". -Sofi'nin Dünyası 1994

Vücudumuzun da bundan farkı tabii ki yoktur. İsterseniz parmak ucunuzdan, isterseniz kaba etinizden bir parça koparın,i bu parçada size ait olan bütün özellikler vardır ki yıldızlara ait olan bazı özelliklerin de bizde olduğu gibi. Örnek mi? Örneğimiz kanımızda. Kanımızdaki demir, kalsiyum, vücudumuzdaki yıldızların çekirdeğinde de mevcut. Bu ve bunlar bizi evrenin parçaları yapar. Buna kaostan doğan düzen mi dersiniz, biri ölür biri doğar mı dersiniz, bilemem. Ancak benim de katıldığım şu var ki "her şeyde her şeyden biraz vardır.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Kendini ve Kentini Yaratmak

"Bana göre aslında yaratmak, tanıtmaktır. Kendi ruhundan üflemektir.."



Zamanın içine kızlı-erkekli hapsolan insanoğlu, içgüdüleriyle beraber önce yalnız başına, daha sonra ihtiyaçlarından mütevellit geliştirdiği teknikler ve organizasyon ihtiyacıyla daha toplu yaşamaya çalışmış,  lokasyonunu gerekirse bir şehir, gerekirse atının üstü olarak belirlemiş, nerde gece orda sabahtan ziyade,  nerede kaynak orada hayat anlayışıyla şehirleri kurmuştur.

İnsan her zaman hikayelere ihtiyaç duymuş, efsaneler anlatmış, yazmış ve ya kurgulamıştır. Daha sonra efsanelerin yanına bir de "şehir" kelimesini eklemiş ve artık toplu yaşam kültürüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Efsaneler anlatmaya kalkmayacağım tabi ki. Ama insanın şehirlerde yaşamaya başlamasıyla beraber kendini nasıl tanımladığına, nasıl yarattığına ve ayrıca kentin insandan neleri yansıttığına gelmek istiyorum.

 İnsanlar en önce kendi benliklerine yakıştırdıklarını mağaralarına işlemiş, av tekniklerini çizmiş, dini ritüellerini resmetmiş,  kendini ve yaşadıklarını tanıtan ne varsa geleceğe taşımaya çalışmıştır. Göçebeler atlarının  eğerlerine, savaş kıyafetlerine bunları resmetmiş, o da yanında taşımıştır. Bir nevi kendini anlatmıştır.

Biraz daha ileri sararsak kentlere geliriz. Kentlerde en ufak yapıtaşı olan insanın oluşturduğu organizasyonu resmetmiş. Buna örnek Rodos adasında var olduğuna inanılan(Age of Mythology oyanayanlar bilir), limana inşa edilen Colossus heykeli.. Kendisi güçlü, biscolata erkeğine benzeyen bir savaşçı ve zırhı altından... Tam nereye inşa edilmiş? Limanın girişine..

Altından olan zırh, insanların o şehirde temel geçim kaynağının ticaret olduğu, hangi ticari değere önem verdiği, limanın girişine yapılması, adayı savunma ihtiyacı ve düşmana gözdağı verilmek istendiğine delalettir.

İnsanlar zihninde inançlarında efsanelerinde  yaşadığı koca dünyayı, üzerinlerde yaşadıkları küçük şehirlere işlemiş, aslında bir nevi kendilerini tanıtmışlardır. Avrupa'daki süslü kiliseler, opera binaları, sanat galerileri, katedraller, ihtişamı ve zenginlikleri anlatan saraylar, dini ritüelleri ve azizleri anlatan devlet binaları, bizde bunlara örmek; camiler, topçu kışlaları.. Yani demek istediğim insanda hep kendini anlatma, yaşatma, ya da inandıklarını benimsetme kavgası var olmuş ve bundan mütevellit sanat, mimari ve kent ruhları ortaya çıkmış..

Bunun yanında insanlık şehirlerini yaratırken kendi içindeki başarısızlıkları da yaratmış. Kentleri ve insanı  surların, silahların koruyacağını sanmış,   ama esas olayın zihinlerdeki ince perdenin kalkması gerektiğini anlamamış.

Bana göre aslında yaratmak, tanıtmaktır. Kendi ruhundan üflemektir..

                                                                                                                     Çağrı Menderes


13 Ekim 2013 Pazar

Bence Her Şey

Başlangıını bilip de sonunun ne zaman olacağını bilemeyen insan oğlu için bence her şey çok saçma.

19 Eylül 2013 Perşembe

BU OLAYDAN SONRA TESADÜFLERE İNANMIYORUM !





Sene 2011  
Yaz ve yazlık dönüşü. Yine Tibet ile facebook üzerinden felsefe, din ve mitoloji üzerinden konuşuyoruz, tartışıyoruz. Muhabbetin bi kısmında cehalet örtüsü kavramından bahsediyorduk. Bu konuda Tibet'in daha ayıntılı bilgisi olduğuna inanıyordum ve klavyesinden dökülecek kelimelere odaklanmıştım.(Bu olaydan sonra cehalet örtüsü ile ilgili yazılar yazmıştım zaten) Tibet cehalet örtüsü kavramını bana detaylı bi şekilde açıyordu. Bu arada Tibet Kanada'da yaşıyor, Türkiye saati ile saat sabaha karşı 4'e vurmuştu.  Normal insanların uyuma vaktinden pek çok zaman geçmişti anlayacağınız. Neyse ki uzun süren muhabbet sonlandı. Benim hala uykum yok. Beyin fırtınası yaptığımızdan mıdır bilinmez... O sıralarda zaten bu konularla alakalı olan Dante'nin İlahi Komedya'sını okuyorum. Ve  kitabıma döndüm yatağıma uzanıp...

Ve aklıma hep tesadüfen(!) karşıma çıkan bi sayı geldi : 239. Bu rakam benim 10 sene önceki ilkokul numaramdan tutun da, saatlerde, stajyerken yapmam gereken işlerde, banka sıralarında, ve size fantastik gelebilecek birçok yerde karşıma çıktı. Ve açıkçası benim de bu konuyla kafayı bozduğum bi dönemdi.

Neyse kitabımı elimde, hangi kantoyu okuyorum tam hatırlamıyorum,  birden 239 numaralı sayfayı açmak aklıma geldi. Açtım ve ne göreyim. Cehalet Örtüsünün tanımı karşımda duruyor. Tabii tüyler diken diken. Bu konudan bahsettiğimiz aynı gece. Okuduğum kitapta, o numaralı sayfada, o yayınevinin benim satın aldığım baskısı.. Bunlar hep bana denk gelmişti.Tesadüf mü? Şu cümle "tesadüf diye bir şeyin olmadığı" gerçeğini bana yıktırıyor : HER ŞEY OLMASI GEREKTİĞİ İÇİN OLUR.

Sizin karşınıza bazı şeyleri evren bilerek mi çıkarıyor, yoksa evren siz misiniz, yoksa O mu? Soru seçmek ve üretmek sizin. Buyrun..

Not : Bu arada Oda yayınları 1. basım 239. sayfa, dileyen bakabilir.

17 Haziran 2013 Pazartesi

BÜYÜKLERİNE KARŞILIK VERME DEMOKRASİSİ - DEMO KRİZ



Bu ülkenin sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan demo krizi demokrasi. Sürekli verip de alamadıımız bir demokrasi, ayrıca üniversite yıllarımdan beri düşündüğüm bir sosyolojik bir konu da aile..

Sosyoloji ve sosyal psikoloji derslerimde sürekli milletlerin geleneksel özelliklerin yönetim biçimlerini kabullenmede çok büyük etkisinin olduğunun altı çizilirdi. İlginç. "Ne demekmiş acaba?" Mesela Almanların disiplinli aile yapıları ve yaşam felsefeleri Nazizm'in  Almanya'da oturmasını kolaylaştırmış diye de birkaç cümle görmüştüm. Mantıklıydı. O günden beri ne zaman gündemimizde demokrasi olsa ben de acaba bizim geleneklerimiz, alışkanlıklarımız, normlarımız bu yönetim biçimine uygun mu diye düşünüyordum. Sonra gözlemlemeye başladım. Acaba bizim halkımızın çoğunluğu hakkını aramasını bilen, sesini çıkarabilen bir kalabalık mı diye.. Saptadığım ve dolaylı bile değil direkt olarak insanların siyasi tutumların etkili gördüğüm birkaç şey var. Mesela bizim ailelerimizde( herkes için olmasa da çoğunlukla) büyüklerine karşılık verme lafı düstur edinilmiştir. Haklı dahi olup da kendini savunsan bu büyüklerine saygısızlık olarak adlandırılır, "dilin pabuç kadar" damgasını yersin. -Çocuk yaşta edinilen tutumlar kolay kolay değiştirilemez.- (Yine sosyal psikoloji dersimden bir cümle) Doğru. Bastırılarak, kendi düşüncesini açıklayamama gibi durumlarla kendi kişiliğine darbe alan birey, güce itaat etme gibi eğilimlerdir gösterir haklı olarak. Bu alışkanlıklar yüzünden kendine güvenemeyen, hakkını arayamayan bir nesil şu sıralar gözünüze çarpabilir. Ayrıca bunlara ek olarak güce tapma gibi bi eğilim de gösterebilirler ki gayet de ayan beyan ortada..

Büyüklerine karşılık verme dediler ve biz orda demokrasimize ilk darbeyi yedik.Kendi kendime söz verdiğim bir şey var "Asla karşılık verme" değil, "haklı olduğunu düşünüyorsan hakkını ara" diye telkinde bulunmayı düstur edineceğim çocuklarıma karşı. Çünkü karşınızdaki çocuk hakkını ne okulda arayabilecek, ne de başka yerde. Her zaman güce biat etme davranışını gösterecek istese de istemese de.. O yüzden demokrasi çarkına uyumu da zorlaşacak. 

Ayrıca şunu da duydum.- Kendi paranı kazanmadıkça siyaset yapıyorum deme.- Tabi. "Paran varsa konuşursun" zihniyetinin hüküm sürdüğü bir toplumda demokrasi ütopyadır bana göre. Böyle gerici bir zihniyet, böyle gerici bir salvo, demokrasiyi önce halkın kendi zihniyetinde pişiremediğini ve içselleştiremediğinin bir göstergesidir.

Yani kendi parasını kazanmadan adam yerine koymuyorsan, bu adamı sokakta direnmekten vazgeçiremezsin. 

Önce zihniyet, sonra hürriyet..



5 Nisan 2013 Cuma

Hiç Olmamak, Hep Varolmak



Doğdun,  gözünü açtın, muhtaç kaldın, anlatamadın ağladın, yürüyemedin emekledin, yürüdün düştün bir daha yürüdün, koştun yoruldun, doydun doymadın, sevdin sevdiler, sevdin sevmediler, yediler yemediler, bıktın tekrar başladın, yapmam dedin bir daha yaptın, olmaz dedin bir daha oldu, engeller koydular başardın, can oldun dünün dar geldi, nazın hikmet oldu, ama cahit de sıktı dediler,  umutluydun ama mutsuz, mutluydun  ve umutlu,  sonra sınav koydular yerleştin,  iş aradın girdiler, aramadın verdiler, beğenmedin beğendiler, ilah ettiler sonra yerdiler, sen gittin, geldiler, çalıştın çaldılar, çaldın söylediler, oldun güçlendin, güçlendin  hiçlendin, sonra tekrar yürüyemedin emekliydin, söyledin güldüler, gülüp de ağlattılar, özledin özlemediler, sonsuz oldun, sensiz kaldılar, toprak oldun arşa çıktın, aslında hiç olmadın, hep vardın.


12 Mart 2013 Salı

Kafasından Çıkamadıklarım


 David Bowie - The Man Who Sold The World




Pink Floyd - Shine On You Crazy Diamond





Eric Clapton - Wonderful Tonight




Rainbow - Temple Of The King



Deep Purple - Soldier Of Fortune



Bon Jovi - Blaze Of Glory




Pink Floyd - Echoes



 BB King - Thrill Is Gone


                                                           
 Styx - Boat On The River



The Doors - Riders On The Storm



Metallica - Nothing Else Matters



The Beatles -  While My guitar Gently Weeps



Gary Moore - Still Got The Blues



Bob Dylan. Joan Baez - One More Cup Of Coffee



Eric Clapton - Tears In Heaven



27 Şubat 2013 Çarşamba

Zaman(ı) Görüşüm






Bir arkadaşımla deja vu hakkında yaptığımız sohbetin ardından, daha önceden düşündüklerim ve bildiklerimi yazmaya karar vererek defterime birkaç paragraflık notlar almıştım.İşte onlardan birkaçı..

Deja vu.. Yani daha önceden bir sahneyi, bir yeri, ya da bir anı yaşamış olma hissine kapılma olayıdır. Bunun böyle oluşu bana "gizem" çağrıştırıyor. Beni heyecanlandıran nokta ise kendi başıma gelen bir olayın yanı sıra hayatın aslında bir anda yaşanılıp bittiğini, bizim sadece bunu geç yorumladığımızı düşünmemdir.

Şöyle tasvir edeyim:

Zaman harekettir. Bir ok düşünün. Elmayı vurması için zaman lazım. Eğer hareket etmeden ok, elmanın içinde olsaydı zamana ihtiyaç olmayacaktı. Ve buna bir olay denmeyecekti.

Şöyle bir kısa film çekeyim:

Her şeyin aslında olup bittiğini aslında dünyanın söndüğünü, hayatların yaşanıp bittiğini, bir sonsuz hiçliğin(ya da sonsuzluğun) hüküm sürdüğünü düşleyin. Başlayıp ve bitişin arasında zaman kavramının olmadığını... Yani aslında olmadığımızı.Onun, bunun, şunun... Her şey bir anda varoldu ve bitti. Big-bang, Fransız İhtilali, 11 Eylül saldırıları vesaire vesaire...

Bu tarih çizelgesini, kronolijiyi geçmişten bu yana yaşarız ya da biliriz.Zihnimizdedir. Hard-disk'te...

Şimdi şunu düşünelim...

Bilgisayar belleğindeki tüm veriyi bir anda ekrana taşıyabilir mi? Yani her şeyi bir anda görmek?

Bence insan, hayatı bu şekilde yaşıyor.Aslında her şey oldu ve bitti. Ekrana daha anca yansıtıyoruz. Yani bu zaman kavramını insanoğlu gerçek hızından milyonlarca kez yavaş algılıyor, yorumluyor ya da hissediyorsa?

Deja vu olayına gelelim şimdi. Kendi şüphemdendir belki ama zihnin zaman karmaşası yaşayıp yaşanmış olanı bir anda hatırlaması olabilir mi? (-ki felsefede de bilginin aslında zihinde bulunduğu fakat hatırlamamız gerektiği ya da başka görüşlere göre de  sonradan öğrendiğimiz kıyasıya yarışan farklı kutuplardır) Bilimsel açıklamaları var tabi ama bilim de bir sonraki aşamaların şimdiki varsayımları değil midir? Bilim de zamana tutsak.

Başlangıçlar sonlanmak zorundadır. Çünkü canlı ve ya cansız her varlık zaman içinde hapsolmuş durumdadır. Hapsedilmişiz, maddi çevre ve fiziğimiz buna yenilmekte eskimekte ve ölmekle yükümlü...

Eskimeyenler peki soyut kavramlar mıdır? Gerçek sevgi? Başında onun da "gerçek" var. Yani bütün felsefenin en ucu...



Özgür İrade Var Mıdır? Yanıtlayan Stephen Hawking


Stephen Hawking ve Leonard Mlodinow'un yazdığı, emsallerine göre fiziksel kuramların daha anlaşılabilir olduğu Büyük Tasarım'ı ( The Grand Design)  okuyorum. Özgür irade konusunun inanç sistemleri içerisinde hangi kadife koltuklarda oturduğunu zaten hepimiz biliyoruz. Bu yüzden Fizikçi Hawking'in satırlarını paylaşmakta fayda gördüm.

-Yapmak istediğimiz şeyi seçebileceğimizi düşünüyor olsak da, moleküler biyolojiden anladığımıza göre biyolojik süreçler fizik ve kimya yasaları tarafında yönetiliyor ve bu yüzden gezegenlerin yörüngeleri kadar belirlenmiş süreçler. Nörolojik bilimlerde yaptığımız son araştırmalar, eylemlerimizin fizik yasalarına riayet eden beynimiz tarafından belirlendiği görüşünü destekliyor; bu yasalardan bağımsız bir unsur tarafından değil.Örneğin uyanık hastalara yapılan beyin ameliyatlarına ilişkin bir araştırma, beynin gerekli bölgeleri elektriksel olarak uyarıldığında hastada elini, kolunu, ayağını oynatma veya dudaklarını kımıldatma ve konuşma arzusu uyandırabileceğini ortaya çıkardı. Eğer davranışlarımız fiziksel yasalar tarafından belirleniyorsa özgür iradenin nasıl iş görebildiğini anlamak  oldukça zor; öyle görünüyor ki biz yalnızca biyolojik makineleriz ve özgür irade bir yanılsamadan ibaret.-

Şimdi insanın fiziksel etkilerle davranışlarının yönetilebileceği kanısına varıyor muyuz? Tüyler ürpertici.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Gerçek





Mutlak nedir? Mutlak bölünemez 1'dir. Öyle tek ki kendisi; ayrışamaz olandır. Bütündür, yapıtaşıdır.


Zihnime göre gerçek hayatta ulaşamayacağımız olandır. Şimdi bildiğimiz, bir sonraki onu çürütecek olanın üzerine gelecektir. Şimdi gerçek bildiğin, sonraları için yalan olacaktır. Gördüğün, elle tuttuğun her gerçek dediğin ancak senin algıladığın kadardır. Algılarsan varsın, algılayamazsan yoksun. Algıladığın kadar gerçek, algılayamadığın kadar da yalan. Bu da senin varlığın. Bir merdiven düşünelim; çıktıkça geride kalan basamakların yok olduğu... Her bir sonraki bastığın basamak senin o anki gerçeğin... İşte bu bilginin sonsuzluğu.. Her adım basarken var. Ayağını üzerinden çektikten sonra başka bir yenisi. Bilgi birikimli olarak ilerleyecek. Yürümekten yorulmayacak olanlar aşama kaydedecek fakat bilmenin susuzluğuna kapılacak. Kesin bilgiyi bilim de bulamayacak şu ana kadar din de göstermedi. Perde henüz kalkmadı. Kimisi şiir yazdı, düşsel yolculuğa çıktı. Kimisi yalanlarla gerçeği aradı. Kimisi hikaye anlattı. İnanan oldu, inanmayan oldu. Ama ne oldu? Her geçen saniye yeni gerçek dediklerimiz doğdu, her geçen saniye gerçek dediklerimiz öldü.

Başka zihinden çıkan veriler senin gerçeğin olabilir mi? Senin varoluşunun şartları bunu tamamen kavrayabilir mi? Hayır. Herkes kendi şartlarınca ve düşünsel dünyasında bir şimdilik gerçek yaratır. Herkesinki birbirinden farklı. Hepsinin bir arkaplanı var ve  hepsinin üzerinde  bir perde..

Mutlak; bu durumda merdivenin en üst noktası, her şeyin gözler önüne serildiği bir boyut. Görebilir miyiz görecek miyiz bilinmez. Perde ne zaman kalkar, kaldırılır mı bilinmez.   Gerçek dediğimizi arayalım fakat , biz onu değil de, o bizi bulursa?